Cevherî’nin Sultan II. Bayezid’e Sunduğu Methiyeler

Doç. Dr. Türkan Alvan 2024-09-25

Cevherî’nin Sultan II. Bayezid’e Sunduğu Methiyeler

Öz

Türk-İslam toplumlarında eskiden çok yaygın olan padişaha kaside sunma geleneğinin sadece şairlerin makam ve maddi çıkar kazanma isteğiyle ilgisi yoktur, bu geleneğin sağlam dinî temelleri vardır. Hz. Muhammed (s.a.s.) kendisine sunduğu Kasîdetü’lBürde’yi çok beğendiği için hırkasını sırtından çıkarıp Ka‘b b. Züheyr’e (öl. 24/645) hediye etmişti. Bundan sonra İslam dünyasının halifesi sayılan sultanlar, Hz. Peygamber’in sünnetine uymak için şairleri hep desteklediler. Böylece şairler arasında sultana bağlılıklarını gösteren şiirler sunma geleneği yaygınlaştı. Öte yandan Kur’ân-ı Kerim’de dünya düzenindeki yöneten-yönetilen arasındaki siyaset ilişkilerine işaret eden ayetler vardır. Bu ayetlere göre yöneticiler, adaleti sağlamak ve halkına hizmet etmekle sorumludurlar. Buna mukabil, huzur ve güven ortamını korumak için yönetilen halkın yöneticilerine itaat etmesi farzdır. Sultana da saltanatı veren Allah’tır, bu sebeple sultana itaat Allah’a itaattir. Yaygın dinî-tasavvufî görüşe göre saltanat ikiye ayrılır: Zâhir saltanat: temsilcisi İslam halîfesi olan âdil sultandır. Bâtın saltanatının temsilcisi ise kutubdur. İnsan-ı kâmilin ekmeli olan Hz. Muhammed’in (s.a.s.) velâyetinin mirasçısı kutubdur, siyaseten mirasçısı ise âdil sultandır. Dolayısıyla her devrin kutbu ile âdil sultanı arasında manevî irtibat vardır ve kutub sultana Allah’ın desteğiyle yardım eder. Ancak özellikle belirtmelidir ki bu tür ifadeler, devlet yapısındaki siyasî-manevî birliğe dâir sembolik atıflardır. Osmanlı padişahları tasavvuf düşüncesiyle mayalanmış bir hilafet modelini temsil ediyordu. Bu yüzden Osmanlı devlet geleneğinde dinî-tasavvufî kaynaklı kutub-sultan ilişkisi benimsenmiştir. Her Osmanlı padişahının devrindeki meşhur mutasavvıflarla yakın ilişkiler kurma çabası bu ilişkinin bir sonucudur. Halk adaletiyle nizâm-ı âlemin son hâmisi olarak gördükleri Osmanlı sultanlarına hürmet etmekteydi. Bu durum sultanların halka zorla dayattığı bir durum değildir, sultan ve re‘ayâsı arasındaki mutabakatı yansıtan doğal bir oluşumdur. Osmanlı saltanatın meşruiyeti, devletin kuruluşundan itibaren velâyetnâmeler ve menâkıbnâmelerle desteklenmiştir. Nitekim halk arasında çok yaygın olan Sultan II. Bayezid-i Velî’nin evliyadan olduğuna dair menkıbeleri bu inancın bir örneğidir. Ancak Osmanlı padişahları şairlerin kendilerine sunduğu kasidelerdeki kutub, mehdî gibi abartılı ifadelerin aslında siyasî-manevî birliğe atfen kullanıldığının farkındaydılar. Bu bilinçle donanan Osmanlı padişahları saltanatının gücünü göstermek, etkilerini kalıcı kılmak ve halkın desteğini kazanmak adına âlim ve sanatkârları himaye etme gayretinde olmuştur. Bu yüzden şehzadeliklerinden itibaren çoğu iyi birer şair, hattat ve musıkişinas olan Osmanlı padişahlarının eğlence meclisleri, daima sanatçıların özellikle şair ve musıkîşinasların hünerlerini sergilediği en önemli sanat mahfilleri olmuştur. Sultan II. Bayezid otuz bir yıllık saltanatında (salt. 886-918/1481-1512) ilim ve sanatı hakkıyla himaye eden sanatkâr bir padişah olarak tanındı. Sultan II. Bayezid Amasya’daki şehzadeyken de âlimlerin, sanatkarların ve özellikle şairlerin hâmisiydi. II. Bayezid’in Amasya’da bulunduğu sürede yanında Zeynep Hatun, Mihrî Hatun, Necâtî Beg, Müeyyedzâde, Hâtemî, Tâcizâde Cafer Çelebi gibi şairler yer alıyordu. Önemli bir hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Bayezid Adlî mahlasını tesadüfen seçmemiştir. Onun saltanatında Osmanlı topraklarında adalet ve refahın yaygınlaşmasıyla toplumun huzuru ve istikrârı artmış; Türk-İslam sanatlarında, özellikle edebiyat ve musıkîde büyük gelişmeler yaşanmıştır. Sultan II. Bayezid devrine ait atiyyeleri gösteren bir İn‘âmât Defteri’nde, mahlasları ve meslekleriyle kaydedilen birçok şaire yer verilmiştir. Bu İn‘âmât Defteri’ne göre Nûhî, Alaaddin, Keşfî, Safâyî, Azizî, Sabâyî, Mâ’ilî, Sâ’ilî, Rûhî, Şehdî, Kâtibî, Sa’yî, Refîkî, Lâlî, Nasîbî, İyânî, Yarhisarî, Vasfî, Müşterî, Visâlî, Sinânî, Nişânî, Şefî’î, H’ânî, Zamîrî, Nâtıkî, Ma’lî, Edîbî, Hadîdî, Basîrî gibi hayatı ve eserleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız birçok şair yanında Necâtî, Hamdullah Hamdî, Revânî, Firdevsî-i Rûmî, Mihrî Hatun, Zâtî, İdris-i Bitlisî, Şerîfî, Mesîhî gibi meşhur şairler de Sultan II. Bayezid’in cömert ihsanlarına nâil olmuşlardır. İn‘âmât Defteri’nde adı geçen ama hayatı ve edebî şahsiyetini hiç bilmediğimiz şairlerden biri de Cevherî’dir. Bu makalede öncelikle sultanların şairlere edebî hâmilik etmesi geleneğinin dinî tasavvufî gerekçeleri açıklanmıştır. Ardından Osmanlı Arşivi’ndeki şairin Sultan II. Bayezid’e sunduğu iki şiirinden ve bu devre ait bir İn‘âmât Defteri’nden hareketle Cevherî’nin meçhul hayatı ve eserleri aydınlatılmaya çalışılmıştır. Daha sonra Cevherî’nin Osmanlı Arşivi’nde bulduğumuz iki şiirinin transkripsiyonlu metin neşri yapılarak bu şiirlerin edebî değeri, üslup özellikleri ve muhtevasına dair analizler yapılmıştır.

Giriş

Türk-İslam toplumlarında eskiden var olan sultanlara methiye sunma geleneğinin, makam ve câize kazanma peşinde koşan şairlerin rağbetiyle geliştiği kanaati yaygındır. Oysa bu geleneğin sağlam dinî temelleri vardır. Öncelikle Hz. Peygamber mühtedî şair Ka‘b b. Züheyr’in (öl. 24/645) kendisine sunduğu Kasîdetü’l-Bürde’yi çok beğenmiş, hatta duygulanarak sırtındaki hırkasını çıkarıp şaire giydirmişti. Daha sonra bu sünnete ittibâ için emîrü’l-mü’minîn vasfıyla İslam halifesi sayılan güçlü sultanların şiirleriyle sadakatini sunan yetenekli şairlere sarayda hil‘at giydirmeleri âdeti yaygınlaştı. Dikkatli bir araştırmacı, özellikle Osmanlı devlet geleneğinde kurucu gücün meşruiyetini sağlamada dinî-tasavvufî geleneğin etkisini hemen fark eder. Bu perspektiften, edebî ve ilmî eserlerin yazılış sebebi (sebeb-i telîf) anlatılırken kâinât-insan, devlet-toplum, madde-ruh arasındaki dengeyi vahdet-kesret dairesinden izah etme eğilimi göze çarpar. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’ın isimleri arasında es-Sultân geçmez, mülkün asıl sahibi anlamında el-Melîk vardır. İbn Arabî’ye göre bu yüzden edeben hükümdarlara melik yerine sultan denmesi daha uygundur.1 Sultân lafzı ayetlerde kullara verilen hüccet, mûcize, yetki, mutlak güç ve üstünlük mânalarıyla otuzu aşkın yerde geçer. “Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç (sultan) olmadıkça geçip gidemezsiniz.”2 ayetinde vurgulandığı üzere, Allah iktidar sahibi yapmadıkça hiçbir şeyin gücü yoktur. Yani zıllullâh-ı fi’l-‘arz olan sultana da saltanatı veren Allah’tır. “O, sizi yeryüzünde halifeler (oraya hâkim kimseler) yapan, size verdiği nimetler konusunda sizi sınamak için bazınızı bazınıza derece derece üstün kılandır.”3 ayeti de bunu özetler şekilde, yeryüzü düzenindeki yöneten-yönetilen arasındaki siyaset ilişkilerine işaret eder. Buna göre yöneticiler adaleti sağlamak ve sorumlu olduklarına hizmet etmekle yükümlüdürler. Yönetilirken emniyeti sağlanan ve kendisine hizmet edilen halkın da “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de itaat edin.”4 ayeti gereği yöneticilere itaati farzdır. Yine yaygın dinî-tasavvufî görüşe göre, insan-ı kâmilin en mükemmeli olan Hz. Muhammed (s.a.s.) nübüvvetiyle âlem-i şehâdetin, velayetiyle gaybın hazinelerinin mâliki ve hâmîsidir. O’ndan sonra nübüvvet hilafete, yani zâhir ahkâmla mukayyet olan sultana; velayet ise bâtının hükmü olmakla medâr-ı ‘âlem olan kutba tevârüs etmiştir. Âlemde kutub, devlette sultan, ailede baba, tarikatta şeyh, bedende ruh gibi bulundukları tasarruf alanlarının halifesi/çobanı mertebesindedir.5 Dinî-tasavvufî kaynaklı kutub-sultan ilişkisini Müslüman Türkler siyasette daima benimsemiştir. Buna göre her devrin kutbu ile sultanı arasında manevî irtibat vardır ve kutub âdil ve ahlaklı olan sultana Allah’ın desteğiyle yardım eder. Menkıbelerde, tarih kroniklerinde bunu destekleyen pek çok anekdot vardır. Bu yüzden Osmanlı döneminde yazılan bilim ve sanat eserlerin çoğunda sultanların kutbiyetle ilişkilendirilmesini doğru anlamak gerekir. Halil İnalcık, Osmanlı padişahlarının halk tarafından kutub, kutbu’laktâb, velî sıfatlarıyla anılmasının Safevî şahlarının pîr sıfatına karşılık üstünlük veya eşitlik sağlamak gibi siyasî bir amacı olduğunu söylemiştir. Ona göre özellikle Şah İsmail’in velîlik iddiasıyla ortaya çıkmasından sonra, Safevîlerle artan siyasî rekabet, Osmanlı sultanlarına kutbiyet atfedilmesinde etkili olmuştur. Osmanlı sultanları içinde ilk defa II. Bayezid hakkında velîlik vasfı, güçlü bir şekilde gündeme gelmiştir. Nitekim saray şairi Firdevsî-i Rûmî, 909/1503’te yazdığı Kutb-nâme adlı eserini, zamanın siyasî kutbu olarak gördüğü Sultan II. Bayezid-i Velî için yazdığını söylemiştir.6 Ancak bu durum sultanların halkına zorla dayatmasıyla değil, sultan ve re‘ayâsı arasındaki mutabakatı yansıtan doğal bir oluşumdur.7 Nitekim İstanbul halkının dilden dile naklettiği Sultan Bayezid-i Velî’nin kerametlerle dolu menkıbelerinden Evliya Çelebi bahsetmiştir. 8 Hattat Müstakimzâde Süleyman Efendi de padişahın yaptırdığı Beyazıt Câmii kitabesine vefat tarihini Geçdi Sulṭān Bāyezīd Ḫān-ı Velī (918/1512) şeklinde düşürmüştür.9 Kanunî Sultan Süleyman için de devrin şairleri mehdî, velî gibi sıfatlar kullanmışlardır. Sultan III. Murad için Kınalızâde Tezkiresi’nde Egerçi ẓāhiren şāh-ı cihāndur / Ḥaḳīḳatde velī ḳutb-ı zamāndur10 beyiti kullanılmıştır. Sultan II. Abdülhamid’e 1894’te bir Kâdirî tekkesini ihyâ ettirmesi vesilesiyle, şair Bahâyî’nin yazdığı methiyedeki Sāye-i feyż-i Ḫudā Ḥażret-i kuṭb-ı ‘ālem / Ser-firāz-ı ḫulefā şāh-ı diyānet-pīrā / Yaʻni hāḳān-ı cihān Ḥażret-i Sulṭān Hamīd 11 mısraları, bu bakış açısının son döneme kadar sürdüğünü göstermektedir. Hassaten belirtmek gerekir ki bu tür ifadeler, Osmanlı devlet yapısındaki siyasî-manevî birliğe atıftır. Yoksa padişahların dinî-tasavvufî anlamda kutbiyet, mehdilik iddiasında olduğunu düşünmek son derece yanlıştır. Osmanlı padişahları kendilerine sunulan eserlerde ve kasidelerdeki kutub, mehdî gibi abartılı övgü ifadelerinin siyasî-manevî birliğe atfen kullanıldığının farkındaydılar. Bu zihniyete göre Osmanlı iktidarının meşruiyeti, devletin kuruluşundan itibaren velâyetnâmeler ve menâkıbnâmelerle desteklenmiştir. Âşık Paşazâde’nin Tevârîh-i ‘Âl-i Osmân’ı, Nev‘îzâde ‘Atâyî’nin Şakâyık Zeyli gibi tarih, biyografi vb. konulu eserlerde de devletin kuruluşuna ve bekâsının manevî önemine dair menkıbeler çoktur. Bu menkıbelerdeki olayların ve kişilerin neleri temsil ettiğini anlamak, Osmanlı devlet yapısının ve siyasetinin doğru anlaşılmasında anahtar rolündedir. Mesela Âşık Paşazâde ve Tursun Fakıh’a göre o devrin kutbu sayılan Edebalı’nın Osman Gâzi’nin kayın atası olması sebebiyle, ahîler ve abdallar Osmanlı sultanlarını Allah’ın teyidini kazanmış kutsal velî sıfatıyla benimsemişlerdir. Hüdâvendigâr Livâsı Tahrîr Defteri’nde, Şeyh Edebalı’nın Bilecik’teki zaviyesine Osman Bey’in Kozağacı Köyü’nü vakfettiği yazılıdır. İnalcık, böylece menkıbelerin tümünün efsaneden ibaret olmadığının anlaşıldığını belirtmiştir.12 Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna şahitlik eden ve devletin önemini Garibnâme adlı eserinde birçok beyitte vurgulayan Âşık Paşa’ya (öl. 733/1332) göre saltanat ilâhî kaynaklıdır, halkı birleştirecek hükümdara ve onun ulu’l-emrine itaat, Allah ve Resûlü’ne itaattir. 14. yüzyılda Âhî-Mevlevî şeyhi Gülşehrî de Mantıku’t-Tayr tercümesinin başında, Moğol saldırıları ve Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle yaşanan kargaşaya atıfta bulunarak ancak güçlü bir sultan liderliğinde, bölgenin huzur ve refaha kavuşacağını söylemiştir.13 Osmanoğulları iktidar hırsıyla değil; Allah’ın adını yeryüzünde yüceltmek (î‘lâ-yı kelimetullâh) adına cihâd ettiklerine inandıkları için devlet-i ʻaliyye olmuştur. Ulemadan Müneccimbaşı Ahmed Dede (öl. 1113/1702) bu düşünceyi destekleyen birçok tarihî anekdot aktarmıştır.14 Sâdâttan ve Zeyniyye şeyhlerinden gelen bir aileden olan Eğirdirli Kadı Mehmed Şerîfî (öl. 1039/1630) de Sultan III. Murad’ı övmek için yazdığı Dîvân’da sultanın kutbiyet makâmıyla ilişkisinden bahsetmiştir. Siyaseten tasavvuf düşüncesiyle mayalanmış hilafet modelini temsil ettiğine inanan Osmanlı padişahları, kendilerinde Allah’ın adaletini tesis etme sorumluluğunu ve gücünü hep hissetmiş ve bu yüzden halife ünvanını kullanmakta sakınca görmemişlerdir. Bu sebeple özellikle Sultan II. Bayezid devrinden itibaren kaynaklarda ve resmî yazışmalarda halife ünvanına daha sık rastlanır. Öte yandan devletin başındaki halifenin zâlim olmasının bile bir hikmeti vardır. İbn Arabî’ye göre Allah bir kavme bir halife atayınca reâyâsının bütün akıllarını ve sırlarını o halifeye verir. Halife reâyânın toplamıdır (mecmû‘) ve parça (cüz‘) olarak bütünü (küll) temsil eder. Halife hükümlerini, akıl ve sırlarını topladığı reâyânın durumuna ihanet ederse mülkte fesat ortaya çıkar. Yine de halifeye itaat şarttır. Sadece Allah’ın şeriatiyle hükmetmezse halifeye isyan edilebilir, çünkü o zaman zaten halife değildir.16 Babayîler İsyanı’nda rolü olduğu zannıyla öldürülen Baba İlyas’ın neslinden gelen Âşık Paşa, zâlim de olsa sultana itaatin de hikmeti olduğunu anlatmıştır. Görüldüğü gibi padişahlara methiye şiirleri sunma geleneğinin ardında kişisel çıkarlardan öte, saltanatın ilahî değer olarak algılanması yatmaktadır. Bu zihniyete sahip olan Osmanlı padişahları saltanatının gücünü göstermek, etkilerini kalıcı kılmak ve halkın desteğini kazanmak adına âlim ve sanatkârları daima himaye etmeye çalışmışlardır. Bu yüzden şehzadeliklerinden itibaren çoğu iyi birer şair, hattat ve musıkişinas olan Osmanlı padişahlarının eğlence meclisleri, daima özellikle şair ve musıkîşinasların hünerlerini sergilediği en önemli sanat mahfilleri olmuştur. Özellikle 14. yüzyıl sonu ve 15. yüzyıl başında beyliklerden payitahta gelen şairler, artık Anadolu’daki tek siyasî güç olan Osmanlı Devleti himayesine girmeye başladılar. Bu süreçte dîvân şiirinin tekamülü ve gelişimi de başlamıştı. Dîvân sahibi ilk padişah olan Fatih Sultan Mehmed ile şehzadelerinin sayesinde 15. yüzyılın sonundan itibaren farklı tür ve şekillerde pek çok manzum ve mensur eserler vücuda getiren yüzlerce şair yetişmiştir. Gittikçe mükemmelleşen mürettep dîvânların sayısı artarken her konuda telif ve tercüme çok sayıda mesnevi, hamse vb. eserler yazıldı. Ömer b. Mezîd’in 868/1463-1464’te yazdığı Mecmu‘atü’n-Nezâ’ir ile Eğirdirli Hacı Kemâl’in 918/1512’de yazdığı Câmi‘ü’n-Nezâ’ir yüzlerce şairden derlenen nazirelerle bu gelişimin tanıklarıdır. 16. yüzyıla girerken Sultan II. Bayezid otuz bir yıllık saltanatında (salt. 886-918/1481-1512) ilim ve sanatı hakkıyla himaye eden sanatkâr bir padişah olarak tanındı. Önemli bir hattat, bestekâr ve şair olan Sultan II. Bayezid Adlî mahlasını tesadüfen seçmemiştir. Onun saltanatında Osmanlı topraklarında adalet ve refahın yaygınlaşmasıyla toplumun huzuru ve istikrârı artmış; Türk-İslam sanatlarında, özellikle edebiyat ve mûsıkîde büyük gelişme yaşanmıştır. Sultan II. Bayezid, heterodoks grupları etkileyip Anadolu’yu tehdit eden Rafızîlik için çok önemli tedbirler alırken Acem sanatçıları dışlamamıştır. Safevî topraklarından gelen Farsça eser yazan şairleri himaye etmiştir. 1503’te 86.000 akçelik bütçeden 30’u âlim kalanı şair ve mutasavvıfı maaşa bağlamıştır. Buhara’daki Nakşî şeyhlerine 5000 akçe, Nakşibendî şeyhi büyük âlim Molla Abdurrahman-ı Câmî’ye 1000 filori göndermiştir.18 Molla Câmî de Silsiletü’z-Zeheb adlı eserinin üçüncü kısmını Sultan II. Bayezid adına telif etmiştir. II. Bayezid ile Molla Câmî arasında karşılıklı yazılmış mektuplarda Molla Câmî’nin II. Bayezid’in bir mektubuna mukabele ettiği mektupta kasideyle padişahı övmesi, ikisi arasındaki samimi bir ilişkinin göstergesidir. II. Bayezid Amasya’da şehzadelik devrinde de âlimlerin, sanatkarların ve özellikle şairlerin hâmisiydi. Mesela kendi hat hocası olan Halvetî-Zeynî mürşidi Şeyh Hamdullah’ı Amasya’dan İstanbul’a aldırmış ve Türk hat sanatında hocasının ekolünü İstanbul’a taşımıştır. Şehzade II. Bayezid’in şiir meclislerinde bulunan şairlerin çoğu müstakbel padişahın devlet erkânındandı. II. Bayezid’in Amasya’da bulunduğu sürede saray meclislerinde Zeynep Hatun, Mihrî Hatun, Necâtî Beg, Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi Hâtemî, Hâcı Beyzâde Tâceddîn İbrâhim Paşa (Tâcî Bey), Tâcizâde Cafer Çelebi, defterdar Cezerî Kasım Paşa Sâfî, nişancı Kutbî Paşa, Sinoplu Seyfî ve Âfitâbî gibi şairler yer alıyordu. Bunlar arasında Necâtî Beg’in ayrı bir yeri vardır. Yine Sultan II. Bayezid’in himayesindeki şairlerden Mihrî Hatun, cülûstan sonra da yazdığı kasideleri sayesinde Sultan II. Bayezid’in ihsanlarına mazhar olmuş, itibar görmüş ve şehzadelerinin dîvân kâtibi olan duayen şair Necâtî Beg ile rekabet edecek seviyeye gelmiştir. Ṭaʻn mı ṭoldursa cihān rūyını nām u şöhretüñ Dergeh-i ʻaliñde bulmışdur her insān salṭanat Mihrî Hatun Bu arada sultanların şairleri himayesi hakkında yapılan çalışmalara kısaca değinmek de fayda var. Edebî hâmilik konusunda Halil İnalcık’ın özellikle Şair ve Patron adlı eseri, methiye sunma geleneğini şair ve hâmi açısından sosyal ve siyasal anlamda değerlendiren en temel eser olarak yerli yabancı pek çok akademik çalışmaya yön vermiştir. Bu konuda yabancı dillerde yapılan akademik çalışmalar oldukça fazladır. Ancak sultanlara ve devlet adamlarına methiyeler sunma konusundaki Türkçe literatür, ağırlıklı olarak şiirlerin transliterasyonundan ve methiyelerin edebî değerinin incelenmesinden ibarettir; doktora tezleri ise çok azdır. Yine de son yıllarda methiyelerin zihniyeti ve tarihî değeri hakkında Türkçe akademik çalışmalar artmaya başlamıştır. Konumuza dönersek Sultan II. Bayezid devrine ait câizeleri gösteren bir İn‘âmât Defteri’nde, mahlasları ve meslekleriyle kaydedilen birçok şaire yer verilmiştir. Bu deftere göre Nûhî, Alaaddin, Keşfî, Safâyî, Azizî, Sabâyî, Mâ’ilî, Sâ’ilî, Rûhî, Şehdî, Kâtibî, Sa’yî, Refîkî, Lâlî, Nasîbî, İyânî, Yarhisarî, Vasfî, Müşterî, Visâlî, Sa’dî Çelebi, Sinânî, Nişânî, Şefî’î, H’ânî, Zamîrî, Nâtıkî, Ma’lî, Edîbî, Hadîdî, Basîrî gibi hayatı ve eserleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız şairler dışında Hamdullah Hamdî, Revânî, Firdevsî-i Rûmî, Mihrî Hatun, Zâtî, İdris-i Bitlisî, Şerîfî, Mesîhî gibi meşhur şairler de Sultan II. Bayezid’in cömert ihsanlarına nâil olmuşlardır. Bu İn‘âmât Defteri’nde bahsedilen şairlerden biri de Cevherî Mehmed Çelebi’dir. Bu makalede öncelikle Cevherî’nin Sultan II. Bayezid’e sunduğu Osmanlı Arşivi’ndeki iki şiirinden ve bu devre ait bir İn‘âmât Defteri’nden hareketle şairin edebî hâmilik geleneğindeki yeri, meçhul hayatı ve eserleri aydınlatılmaya çalışılacaktır. Daha sonra Cevherî’nin Osmanlı Arşivi’ndeki iki şiirinin edebî değeri, dil ve üslup özellikleri ve muhtevası bakımından analiz edilecektir.

1. Cevherî’nin Hayatı ve Eserleri 

Sultan II. Bayezid devri şairi Cevherî hakkında kesin bilgimiz yoktur. Sehi Bey’in 945/1538’de yazdığı Heşt Behişt’te ve Latîfî’nin 953/1546’da yazdığı Tezkire-i Şu‘arâ’da Cevherî mahlaslı bir şairden bahsedilmemiştir. Ancak diğer 16. yüzyıl tezkirelerinde geçen Cevherî mahlaslı şairleri mukayese ederek aradığımız şair hakkında bazı bilgiler elde etmek mümkündür:

1. 1. Munuk Ali Cevherî

Alanyalı olup 934/1527-1528’de doğmuştur. Hısım Alî Çelebi namıyla şöhret bulmuş, ancak daha sonra Mınık lakabı öne çıkarak Mınık Alî Efendi adıyla anılmaya başlanmıştır. Babası Uzun Bâlî b. Mehmed Efendi tayin olduğu Budin kadılığı vazifesine giderken Çorlu’da vefat etmiştir (öl. 977/1570). Babası gibi Şeyhülislam Kemal Paşazâde’nin (öl. 940/1534) talebesi olan Munuk Ali Cevherî yüksek tahsilini yaptıktan sonra Dimetoka, İstanbul ve Edirne’de çeşitli medreselerde müderrislik yapmış, Sahn-ı Seman müderrisliğine kadar yükselmiştir. Önce Manisa Müftüsü olan Ali Cevherî sonra 992/1584’te Maraş kadısıyken vefat etmiştir.22 Mınık Ali’nin doğum tarihi, Sultan II. Bayezid devrinden sonra olduğu için bizi ilgilendiren Cevherî olması mümkün değildir. 

1. 2. Karaferyeli Cevherî

Asıl adı İbn-i Yemîn olan şair, Karaferye’de doğmuş ve Dimetoka kadısı iken vefat etmiştir. Ömür boyu Rumeli’de yaşadığını anlaşılan bu şairden birçok tezkire bahsetmiştir. İlk olarak şairi eskiden beri tanıdığı anlaşılan Âşık Çelebi, 976/1568’de yazdığı Meşâ‘irüş-Şu‘arâ’da âlimlere feyz veren eserleri olduğunu söylediği Karaferyeli Cevherî hakkında şunları söylemiştir: “Karaferye’dendür. Adı İbni Yemîn idi. Zemân-ı hüsnüñde ya Yûsuf’a birâder yâhûd mihr-i sipihr-i çârumîn idi. Tarîk-i ‘ilme sülûk idüp Pervîz Efendi’den olan mülâzımînden ve şeb u rûz tekmîl-i hulk u hısâl ve tahsîl-i ‘ilm ü kemâle kûşiş idüp ifâde-i ‘ulûm ve ifâza-i fühûma müdâvimîndendür. Hüsn-i ahlâkı mekârim-i ahlâkdan bir kitâb ve marifetden ‘avârifü’l-ma’ârif bir bâbdur. Hâlâ Üsküb’de akçe ile müderris olup sayrefî-i lü’lü’-i manzûm-ı vişâh-ı fevâzıl ve cevherî-i dürr-i mensûr-ı sıhâh-ı fezâ’ildür. İfâza-i ‘avârif-i külliyye lâzım-ı zât-ı müte‘addî’l-âsârı ve ifâde-i ma‘ârif-i celiyye, ‘ârız-ı gayr-ı müfârık-ı cevheridür.” Kınalızâde Hasan Çelebi de 994/1586’da yazdığı şair tezkiresinde Dimetoka’da kadı ve hâkimken 990/1583’te vefat ettiğini söylediği Karaferyeli Cevherî’yle hac kafilesi kadısı iken dostluk kurmuştur. Cevherî’nin babası, Kınalızâde gibi Şam kadılığı yapmıştır. Kınalızâde, şairi hoş-sohbet, derviş-meşrep olarak tarif ettiği muamma ustası Cevherî’nin kıymetinin bilinmediğini söyleyerek beyitlerinden örnekler vermiştir: “Karaferye dimekle meşhûr olan şehrden zuhûr itmişdür. Tahsîl-i celâ’ili fezâ’il ü kemâl itdükden sonra tarîk-i pür-tevfîk-i ‘ilme ki mevsil-i sa’âdet ü ikbâldür sâlik oldukda Pervîz Efendi’nün âstân-ı felek-misâlinde hâdim olmagla hidmet-i müdârese-i ‘ulûma müdâvim iken semt-i kazâya ‘âzim olmışdı. Dimetoka’da kâdî vü hâkim iken hudûd-ı tis’înde ‘azm-i riyâz huld-ı berîn idüp ol gevher-i nâ-yâbun bâzârı rûzgârda kadr u kıymeti bilinmedi ve elmâs-ı vücûdına rağbet olmamağla satılup alınmadı diyü cevherî-i eyyâm sandûk-ı zemîne almış idi. Yâ meger mellâh-ı rûzgâr keştî-i hayâtını deryâ-yı memâta salmışdı. Hakkâ ki gevâhir-i kelimât-ı belâgat-mashûbı ki kân-ı fesâhatden meclûbdur. Cevheriyân-ı bâzâr-ı ‘irfân miyânında makbûl u mergûb olup tîşe-i endîşe ile kân-ı dil ü cânından istihrâc itdügi la’l-i âbdâr ve yâkût-ı seyyâl iklîl-i tâc-ı ashâb-ma’ârif ve kılâde-i gerden-i erbâb-ı kemâl olmışdı. Hayli hôş-sohbet matrûhü’t-tekellüf dervîş-meşreb hûbsîret kimesneydi. Vâlid-i firdevs-mekân kâdî-i Şâm-ı şeref-‘unvân iken mezbûr dahı kâfile-i hacc kâdîsı olup kâfile-i rıhletleri menzil-i Şâm’a nâzil oldukda aramızda merkûmla kemâl-i mahabbet ü hullet hâsıl olmışdı.”24 Bağdatlı Ahdî 1002/1593’te yazdığı Gülşen-i Şu‘arâ adlı tezkiresinde Bağdatlı Cevherî’den başka, bizzat tanıştığı anlaşılan müderris Cevherî Çelebi’den bahsetmiştir. Ahdî’nin doğum, ölüm tarihleri ve yerlerini vermediği, Farsça bilen ve muamma ilmine vâkıf bu şair Karaferyeli Cevherî olmalıdır. Akl-ı selîm ve zevk-i selîm erbabı arasında zarif ve latif bir şair olarak sevilen Cevherî Çelebi’nin âb-dâr şiirlerinin vezin değerini tam ‘ayâr saf altın gibi takdir edilmiştir. Ancak mücevher şairliğinin kıymeti bilinmeyen Cevherî Çelebi meşhur olamamıştır. 1006/1597’de yazılan Beyânî Tezkiresi’nde sadece Karaferyeli Cevherî’nin Dimetoka’da kadı iken vefat ettiğinden bahsedilmiş; şairliğinden söz edilmeden sadece iki beyiti örnek verilmiştir. 1007/1598’de yazılan Künhü’l-Ahbâr’da Kanunî Sultan Süleyman devri şairleri içinde zikredilen şair Cevherî hakkında “Karaferye’den peydâ olmış, ba‘de zamânin elli akçe ile Üsküp’de müderris olup ‘ilm ü ma‘rifetle iştihâr bulmış bir mü’eddeb, ahlâkı mühezzeb âdem idi.”27 diyen Gelibolulu Âlî, tezkiresine Cevherî’nin bir gazeliyle Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatı ve Sultan II. Selim’in cülûsuna yazdığı tarih kıtasını koymuştur. Riyâzî Mehmed 1018/1609’da yazdığı Riyâzü’ş-Şu‘arâ’da 15. yüzyıldan 16. yüzyıla kadarki şairler arasında yer verdiği Cevherî’nin hayatı hakkında “Karaferyeli İbn Yemîn Çelebi’dür. Pervîz Efendi merhûmdan mülâzım olup kâdı olmış idi. …999’da Dimetoka’da kâdı iken fevt olmışdur. Târîh-i Sâ‘î: Didiler itdi Cevherî seferi 999” demiştir. Riyâzî ayrıca belâgat pazarının cevheri diye övdüğü Cevherî’nin bir gazelini ve cevabı Mecdî ismini veren muammasını tezkiresine koymuştur.28 Kâfzâde Fâ’izî 1030/1621’de bitirdiği Zübdetü’l-Eş‘âr’da benzer şekilde Cevherî’den kısaca bahsetmiştir. 18. yüzyıl şairi Çaylak Tevfik de Kâfile-i Şu’arâ’da Karaferyeli Cevherî hakkında diğer tezkirelerdeki bilgileri derleyip vermiştir: Şair tezkirelerine göre Karaferyeli Cevherî’nin hayatı şöyle özetlenebilir: Asıl adı İbn-i Yemîn’dir, doğum tarihi meçhuldur, medrese eğitimi için Karaferye’den ayrılmış, İstanbul’a gelmiştir. Zira çağdaşı Âşık Çelebi ve Kınalızâde Hasan Çelebi tezkirelerinde Cevherî’nin medrese eğitimini tamamlayıp Pervîz Efendi’den mülazım olduğu yazılıdır. Cevherî’nin hocası Pervîz Efendi, Şeyhülislam Kemal Paşazâde’nin mülazımı olmuş, 939/1532’de Kavala’da Frenk İbrahim Paşa Medresesi’nde müderrisken İstanbul’da Mahmud Paşa Medresesi’ne tayin olmuştur. Sonra 943-944/1536-1537 arasında Edirne Dârülhadis’i müderrisi olan Pervîz Efendi, 945-954/1539-1548 arasında Sahn-ı semân müderrisliği yapmıştır. Daha sonra Edirne, Bağdat, Şam, Halep, Mısır, İstanbul kadısı olmuştur. Anadolu ve Rumeli Kazaskerliğine kadar yükselen Pervîz Efendi Mekke kadısı olduktan sonra 987/1579’da Mekke’de vefat etmiştir.30 Karaferyeli Cevherî mülâzemetinden sonra çeşitli yerlerde müderrislik ve kadılık yapmış, en son Dimetoka kadısı iken vefat etmiştir. Kınalızâde Hasan Çelebi Cevherî’nin vefat tarihini sehven 990/1582-1583 olarak vermiştir. Ancak Riyâzü’ş-Şu‘arâ ve Zübdetü’l-Eş‘âr’da verilen şair ve nakkaş Sâ’î’nin, Didiler itdi Cevherī seferi 999 mısralı tarihine göre Karaferyeli Cevherî, 999/1590-1591 arasında vefat etmiştir. Tezkirelerde hoş sohbet, derviş meşrep bir şair olarak tarif edilen Karaferyeli Cevherî’nin şiirlerinin çok beğenildiği, Farsçayı iyi bildiği; muamma ustası olduğu, ancak hak ettiği şöhreti bulamadığı söylenmiştir. Meşâ‘irüş-Şu‘arâ’da ve Künhü’l-Ahbâr’da Karaferyeli Cevherî’nin Kanunî Sultan Süleyman’ın vefatı ve II. Selim Han’ın cülûsuna yazdığı bir tarih şiiri vardır. Neticede araştırdığımız Sultan II. Bayezid’e şiirler sunan Cevherî’nin 16. yüzyıl tezkirelerinde yer alan Karaferyeli İbn-i Yemîn Cevherî olması imkansızdır. Zira medresede ortalama 26 yaşında mülazım olunduğu düşünülürse şair Cevherî’nin ya Kavala’daki İbrahim Paşa Medresesi’nde ya da İstanbul’daki Mahmud Paşa Medresesi’nde Pervîz Efendi’nin mülazımı olması muhtemeldir. Bu hesaba göre Karaferyeli Cevherî II. Bayezid devrinde henüz çocuktur ve padişaha kaside sunması mümkün değildir. Âşık Çelebi de 976/1568’de yazdığı Meşâ‘irü’ş-Şu‘arâ’da Karaferyeli Cevherî’den yetişkin bir müderris olarak söz etmiştir.

1. 3. Semerkantlı Cevherî 

Ali Şîr Nevâ’î’nin Mecâlisü’n-Nefâ’is isimli tezkiresini 1521’de Fahrî-i Heratî Letâif-nâme adıyla tercüme ederken Hakîm Şah Muhammed-i Kazvinî de Yavuz Sultan Selim’in isteği üzerine Farsçaya tercüme etmişlerdir. Kazvinî’nin tercümesinin sekizinci tabakasının ikinci ravzasında, Yavuz Sultan Selim’in meclisinde bulunan ve devrinde yetişen Türk şairler arasında Cevherî mahlaslı bir şairden söz edilmiştir. Hem Heratî hem Kazvinî’ye göre aslen Semerkantlı olan bu Cevherî, Semerkant’ta medfundur. Farsça ve aruzu çok bilen Semerkantlı Cevherî’nin Siyer-i Nebî adlı eseri vardır. Kazvinî tercümesinde Semerkantlı Cevherî’nin birçok şiir türünde yetkin bir şair olduğunu söylemiş ve şairin Farsça iki beyitine yer vermiştir. Ağırlıklı Farsça şiir söylediği anlaşılan Semerkantlı Cevherî’nin Osmanlı padişahları ile ilişkisi olduğuna dair bilgimiz yoktur.

1. 4. Halvetî Şeyh Serhoş Bâlî Cevherî

Aslen Tireli olan Bâlî Çelebi’dir. İlahi cezbeye tutulduğu için Serhoş Bâlî lakabıyla meşhurdur. Amasyalı olan babası, Bayezid’in oğlu Şehzade Ahmet’in hocasıydı. Bâlî Çelebi, Sultan Süleyman’ın hocası Hayreddin Efendi’den mülazım olarak 25 akçeyle Kepenekçi Medresesi’ne müderris olarak atanmış, bir müddet sonra resmi görevlerinden ayrılarak Halvetî Şeyh Ramazan Efendi’ye intisap etmiştir. Mürşidi Şeyh Ramazan Efendi 963/1555’te vefat edince yerine Ali Paşa Zaviye’sine postnişin olmuş ve 980/1572-1573’te İstanbul’da ölene kadar halkı irşad ile meşgul olmuştur. Gençliğinde beşerî aşka düşen Serhoş Bâlî, tezkirelerdeki şiirlerine bakılırsa ilahî aşkını mecazlarda saklayan bir mutasavvıf şairdir. Önceleri Vâlihî mahlasını kullanmış, sonra Cevherî mahlasını seçmiştir.32 Dîvân tertip etmediğinden ve mecmualarda oldukça az sayıdaki şiirlerinde genellikle Cevherî Bâlî olarak kayıtlı olduğundan bu şairin konumuz olan Cevherî olmadığını söyleyebiliriz. 

1. 5. Bağdatlı Seyyid Cevherî

Doğum ve ölüm tarihleri bilinmeyen Bağdatlı Cevherî genç yaşta vefat etmiştir. Bağdatlı Ahdî (öl. 1002/1593-1594) yakından tanıdığı selvi boylu, zarif, çok güzel bir genç olan Seyyid Cevherî’nin genç yaşta vefatına çok üzüldüğünü anlatmış ve körpe inci gibi şiirlerinden sadece Farsça bir beyit paylaşmıştır.33 Araştırdığımız Cevherî’nin kimliği konusundaki belirsizliği, 909-933/1503-1527 arasında yazılan yukarıda bahsettiğimiz İn‘âmât Defteri kaldırabilir. Sultan II. Bayezid’in saltanatının son yedi yılını ve Yavuz Sultan Selim’in (öl. 926/1520) sekiz yıllık devrini ve Kanunî Sultan Süleyman’ın saltanatının ilk yedi yılını kapsayan bu İn‘âmât Defteri’nde şair Cevherî hakkında bazı bilgiler vardır. Cevherî mahlaslı şairin asıl adı Mehmed Çelebi’dir. Sultan II. Bayezid 24 Kasım 1504/16 Cemaziyelâhir 910 tarihinde kendisine kaside sunan Mehmed Çelebi Cevherî’yi benekli Bursa kumaşından bir elbise ve 3.000 akçeyle ödüllendirmiştir. İki ay sonra 21 Ocak 1505/15 Şaban 910’da Sarâyî, Şehdî, Rûhî, Mâ’ilî, Revânî, Sâ’ilî gibi birçok şairi tek tek ödüllendiren padişah Cevherî’ye de 3000 akçe vermiştir. Bu şairlerle Cevherî’nin aynı meclislerde bulunduğu düşünülebilir: “İn‘âm be-Mehmed Çelebi Cevherî ki kasîde âverd fi 16 minhu (Cemaziyelâhir 910): Nakdiye: 3.000 Câme: Benek-i Bursa sevb…” “İn‘âm be-mezkûrîn fi 15 minhu (Şa ‘bân 910): Duhter-i kûçek-i Hamza Beg, Sarâyî: 2000. Şehdî şâ‘ir ki mersiyye-i Mehmed Beg güft, 1500. Rûhî, şâ‘ir: Nakdiye, 2000. Câme-i münakkaş-ı Burusa, sevb. Mâ’ilî, şâ‘ir: 2000. Revânî, şâ‘ir: 2000. Mehmed Çelebi Cevherî: 3000. Sâ’ilî, şâ‘ir: Câme-i mîrâhorî an kemhâ-i kırmızı, sevb. Seyyid Bedreddîn, veled-i Hâce-i köhne hullide mülkühu: Nakdiye, 3000. Cübbe an murabbaʻ bâ-çuka, sevb. Veled-i Nişâncı Paşa ki târîh güft: Nakdiye, 3000. Cübbe an murabbaʻ, mislühu. Ömer Beg, kâtib-i tevkî‘î ki mersiye güft: Nakdiye: 3000. Câme-i münakkaş-ı Burusa, sevb.” İn‘âmât Defteri’ne göre Cevherî’nin mesleği hakkında fikir edinmek mümkündür: “Mehmed Çelebi Cevherî, za‘îm” ifadesinden şairin zeamet sahibi asker olduğu söylenebilir. Veya defterde birçok yerde geçen Hazîne-i âmire defterdârı Mehmed Çelebi belki de aynı defterdeki Cevherî’dir. Defterde ayrıca hazine katipleri içinde mukâta‘acı Mehmed Çelebi’ye, 1500 akçe verildiği söylenmiştir. Neticede Cevherî’nin mesleği hazine-i âmire defterdarı, mukâta‘acı veya zâ‘imdir. Genel itibarıyla Cevherî’nin görevi Harameyn vakıflarından toplanan gelir ve mahsulleri yerine ulaştırmaktır. Defterde bizzat padişah tarafından Cevherî’ye verilen vazifelerden de bahsedilmiştir: Şöyle ki 29 Kasım 1508/5 Şâban 914 tarihli kayıtta Mekke ve Medine’nin salihlerine ve fukarasına gönderilmek üzere vakıflardan toplanan mahsul, evvelce 24 Aralık 1505/27 Receb 911’te gönderildiğinde Arap yarımadasındaki denizde geminin alabora olması yüzünden telef olmuştur. Padişah zararın hazineden karşılanıp Mekke ve Medine’ye gönderilmesine karar vermiştir. Bunun için yine Mehmed Çelebi Cevherî’ye bu parayı ve Medine vakıflarından toplanan 10.000 akçeyi sahiplerine ulaştırması vazifesi verilmiştir. 21 Kasım 1508/27 Receb 914 tarihli kayıtta ise Medine’ye mahsul/erzak götürecek olan Mehmed Çelebi Cevherî’ye 7000 akçe verilmiştir. Bir ay sonra 6 Aralık 1508/12 Şaban 914 tarihli kayda göre Cevherî Mekke’ye II. Bayezid adına Mekke’ye ve Medine emirine çeşitli renklerde kıymetli kumaşlardan kaftanlar götürmüştür. Mehmed Çelebi Cevherî ayrıca 10 Aralık 1508/16 Şaban 914’te Kudüs evkafından ve Medine vakıflarından toplanan bir yıllık mahsul ve erzakı yerlerine Mekke ve Medine fukarasına, salih kişilere ulaştırmakla görevlendirilmiş, kendisine altın, para verilmiştir: “İnʻâm be-mezkûrîn, fî 27 minhu (27 Receb sene 914): … Mehmed Cevherî ki bâ-mahsûl-ı Medîne-i Şerîfe hâhed reft, 7000.” “İrsâliye be-sülehâ-i ve fukarâ-i Mekke ve Medîne-i şerîfe maʻa mahsûl-ı evkāf-ı mezkûrîn ki pîş-ezîn der-vakt-i firistâden fî 27 Receb sene 911 der-diyâr-ı Arab der deryâ-i arak şode ve fermûde şod ki bâz an Hızâne-i âmire edâ şod benakl-i Mehmed Beg el-maʻrûf Cevherî fî 5 minhu: (5 Şa ‘bân 914) Hasene-i eşrefiye, 27963 sikke…” “İnʻâm be-mezkûrîn, fî 5 minhu: Mehmed Çelebi el-maʻrûf be-Cevherî ki-be-hıdmet-i irsâliye-i evkāf-ı Medîne-i şerîfe hâhed firist, 10.000.” “İrsâliye be-mezkûrîn be-nakl-i Mehmed Çelebi Cevherî zaʻîm, fî 12 Şaʻbân sene 914: Be-cihet-i Sultân, Mekke-i muʻâzzama: Kadîfe-i müzehheb-i Burusa: Çatma, 2. Benek, 1. Kadîfe-i alaca, 1. Murabbaʻ 4. Çuka-i sıkarlât: Kırmızı, kafdân. Mor kad. Becihet-i Mîr-i Medîne-i şerîfe: Kadîfe-i müzehheb-i Burusa: Çatma, 1. Benek, 1. Kadîfe-i alaca, 1. Murabbaʻ 1. Çuka-i sıkarlât: Kırmızı kad. Mor kad. “İrsâliye be-ahâli-i ve sülehâ ve fukarâ-i Medîne ve Mekke-i şerîfeteyn şerrefeha'llâhu an evkāf-ı hodşân an vâcib-i sene 913 maʻa mahsûl-i evkāf-ı Kudüs-i mübârek be-nakl-i Mehmed Beg el-maʻrûf be-Cevherî, zaʻim fî 16 Şaʻbân sene 914: Nakdiye, 81. Hasene-i eşrefiye, 13167 sikke.” “Cemâʻat-i kâtibân-ı hızâne: …Mehmed Çelebi, mukāta‘aî, 1500”35 Sultan II. Bayezid’e methiyeler sunan Mehmed Çelebi Cevherî, Bağdatlı Ahdî’nin Gülşen-i Şu‘arâ’da bahsettiği genç yaşta ölen Bağdatlı Cevherî de olabilir. Zira, Sultan II. Bayezid’in saltanatının son yedi yılından Kanunî’nin saltanatının ilk yedi yılına dek gelen bu İn‘âmât Defteri’nde Mehmed Çelebi Cevherî’den en son 1508 yılında bahsedilmiştir. Yani Mehmed Çelebi Cevherî Sultan II. Bayezid’in otuz bir yıllık saltanatının (886-918/1481-1512) sonunu görmeden genç yaşta vefat etmiş bir şair olmalıdır

2. Cevherî’nin Eserleri ve Edebî Şahsiyeti 

Sultan II. Bayezid’e methiyeler sunan Cevherî’nin hayatı gibi eserleri hakkında da kesin bilgimiz yoktur. Elimizde dîvânı olmadığı için Cevherî’nin edebî şahsiyeti hakkında kesin hüküm verilemez. Ancak Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ adlı mevlidini Sultan II. Bayezid’e sunan Cevherî mahlaslı bir şair vardır. Yukarıda bahsedilen İn‘âmât Defteri’nde Cevherî’nin yetişmiş şair olarak en az 1508’e kadar hayatta olduğu düşünülürse 895/1489-1490 arasında yazılan Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ çok büyük ihtimalle Mehmed Çelebi Cevherî’nin eseridir. Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ’nın bilinen tek yazma nüshası Ankara Milli Kütüphane’de Yazmalar Koleksiyonu’nda 4979 demirbaş numarasıyla kayıtlıdır. İstinsah ve fevâid kaydı olmayan eserin Osmanlı Arşivi’ndeki şiirlere yakın hatla yazılması, müellif hattı olduğunu akla getirmektedir. Mevlid kandilinde dinlediği mevlidden etkilenerek eserini yazdığını söyleyen şair Cevherî, kışın başladığı eserini, altı ay sonra bitirmiştir (Safer-Receb 895/Aralık-Haziran 1490). Mesnevi nazım şekliyle yazılan Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ 1547 beyittir. Hezec bahrinde mefâ‘îlün/ mefâ‘îlün/fe‘ûlün vezninin oldukça başarılı kullanıldığı eserde imâleler dışında vezin kusuruna pek rastlanmaz. Halk için sade ve akıcı bir dille yazılan eserde Eski Anadolu Türkçesi’nde kullanılan eslemek, sımaḳ, döşek, ḳarañu, ḳırnak, çigin gibi kelimeler kullanılmıştır. Eserin hemen her bölümünde bazen bölüm içinde bazen bölüm sonlarında tekrar ettiği beyitler, Cevherî’nin Mevlid’ini sıra dışı kılmıştır. Eserde Süleyman Çelebi’ninkini andıran beyitlerin az oluşu yanında, fasîh ve îcâz değeri yüksek beyitler eserin edebî değerini artırmıştır. Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ’nın girizgâh bölümünde kâinâtın yaratılış sebebi olan nûr-ı Muhammedî ile vahdet-kesret ilişkisi kısaca ilk 15 beyitte anlatılmıştır. Der Tevḥīd-i Ḥażret-i Ḥaḳḳ bölümü ise de tevhid münacat karışık yazılmıştır. Önce Cenâb-ı Hakk’ı metheden şair acziyetini belirtip günahlarına tevbe ederek Cenab-ı Hakk’ın dergâhından ayrı düşmemeyi niyaz eder. Sonraki birkaç beyitte Naʻt’a girizgâh yapar. Der Naʻt-ı Seyyidi’l-Mürselīn bölümünde Allah’ın sevgilisi, kâinatın yaratılış sebebi Hz. Muhammed (s.a.s.) övülmüştür. Hz. Peygamber’in nefsiyle daima mücadele ettiğini hatırlatan şair, O’na layık olmayı ister ve şefaat umar. Bu bölümde Hulefâ-i Râşidîn de methedilmiştir. Münâcât bölümünde dokuz beyit ile Allah’a yakarışta bulunan şair, O’nun rızasına uygun olması ümidiyle esere başlar. Der Vaḥdāniyyet-i Hudā bölümünde on bir beyitte dua ve niyazda bulunan şair Allah’tan onu layıkıyla övebilmesi için kendisine sonsuz cömertliğiyle rehber olmasını ister. Bu bölümde günahkâr kulların Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemesi öğütlenir. Maṭlāʻ-ı Dāstān bölümünde on bir beyitte dünyanın fâniliği, aldatıcılığı hakkında öğütler verilmiştir. Ṣıfat-ı Medḥ, Medḥ-i Sulṭān-ı Bāyezīd, Āġāz-ı Dāstān adlı üç bölümde Sultan II. Bayezid’in övgüsü yapılmıştır. Sebeb-i Naẓm-ı Kitāb’da eserin yazılış sebebi açıklayan Cevherî, Süleyman Çelebi’nin kurgusuna benzer seyirde eserine devam etmiştir. Eserdeki Evṣāf-ı Ādem-i Ṣafiyy, Münācāt-ı Ādem, Sefer-i ʻAbdullāh, Vefāt-ı ʻAbdullāh bölümlerinde Cevherî, Hz. Âdem’in yaratışından başlayan ve diğer peygamberlere geçen nûr-ı Muhammedî’nin Hz. Abdullah’a, ondan da Hz. Âmine’ye naklini anlatır. Hz. Peygamber’in doğumu, mûcizeleri, mi‘racından bahseden eser Evṣāf-ı Mevlūd, Der Ẓuhūr-ı Nebī, Muʻcizāt-ı Resūl, Münācāt, Ṣıfāt-ı ʻArūs, Medḥ-i Resūl, Evṣāf-ı Miʻrāc, Maḳām-ı Üns, Muʻcizāt-ı Resūl, Ḳaṣîde başlıklarıyla devam ettikten sonra Pendnāme ve Ḫātime-i Kitāb bölümleriyle sona ermektedir. Cevherî’nin Mevlid’inde yer alan Sultan II. Bayezid’in övgüsünü yaptığı uzun methiye dikkat çekicidir. Eserdeki Maḳāmum gülşeni cānāna yigken / Ne ṣuç itdüm ki yirüm oldı diken beyitine göre bir sebepten dolayı gözden düştüğü anlaşılan Cevherî, yeniden padişahın ihsanına nâil olmak niyetiyle eserini Sultan II. Bayezid’e sunmuştur. Cevherî’nin Mevlid’inde parlak tasvirlerle övülen Sultan II. Bayezid adaletiyle zamanın Süleyman’ıdır. Onun saltanatında Anadolu’da zulüm, keder sona ermiş, dünya cennet bahçeleri gibi süslenmiştir. Eserin şu beyitlerinde Cevherî, Sultan II. Bayezid’in zıllullâh-ı fi’l-‘arz, yani Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olduğunu söyleyerek saltanatın ilahî kaynaklı olduğunu vurgulamıştır: Şehā sensin bugün ʻālemde sulṭān / Cihān mihrine nūr u ẓıll-ı Subḥān Ṭapuñdur ʻālemüñ ṣāḥib-ḳırānı / Muṭiʻ olmaz ise her kim ḳır anı Cevherî Mevlûd-ı Sultânü’l-Enbiyâ’nın telif sebebi kısmında şair camide mevlid okuma geleneğinden bahsetmiştir. 14 Rebiülevvel’de bir camide mevlid dinleyen Cevherî çok etkilenir ve nefsinin arzuları peşinde ömrünü boşa geçirdiğini düşünüp bütün şiirlerini yakar, bir mevlid yazmaya niyetlenir. Bu bilgiyi dikkate alırsak Mehmed Çelebi Cevherî şiirlerini, belki de dîvânını gerçekten yakmıştır, bu yüzden elimizde şiirleri yoktur. Mevlidlerde bu tür bilgiye nadir rastlanmadığı için Cevherî’nin Mevlid’i orijinallik arz etmektedir: Meger şehrinde İstambul’uñ ol şeb / Yiñi Cāmiʻde şemʻ olmışdı kevkeb Rebiʻülevvel’üñ On Dördi idi / Ḳamer ṭomarı mihri dürdi idi Ḫalāyıḳ cāmiʻe cemʻ olmış idi / Ṣanasın anda ay şemʻ olmış idi Kemīne daḫı ol meclisde idüm / Velī ḥayretde key dem-beste idüm Oḳındı anda Mevlūd-ı Muḥammed / Şefīʻ-i yevm-i maḥşer yaʻni Aḥmed Şu resme eyledi göñlüme te’sīr / Ki bulmadum oturup ṭuracaḳ yir Hemān anda irişdi bana ḥālet / Ne ḥālet şöyle kim virdi ḫacālet Günāhum yād idüp yandum yaḳıldum / Revān mecmūʻısına tevbe ḳıldum Cihān sevdāları çıḳdı gözümden / Ḳurıdı yaşlarum nār-ı sūzumdan Ṭaġıtdum zülf-i dilber gibi raḫtı / Aġardaydum diyü bu ḳara baḫtı Var idi vezn-i naẓma iʻtibārum / Velî yoğdı anuñla iftiḫārum İrişdürmiş idüm naẓmı kemāle / Kemālüm iriser bildüm zevāle Ḳamu evrāḳ-ı naẓmı oda yaḳdum / Hidāyet bāġına ṣu gibi aḳdum Cemīʻ-i ṣaḥnı gördüm pür gül olmış / Dil ü cān murġı anda bülbül olmış Diledüm ben de dikem anda güller / K’anuñla şād ġamġīn göñüller Çün iḥrāḳ eyledüm evrāḳ-ı naẓmı / Revān itdüm ilāhiyyāta ʻazmi Beni maḥv itmedin bu çarḫ-ı ġaddār / Diledüm ki ḳoyam ʻālemde āsār36 Cevherî Öte yandan Sultan II. Bayezid’e methiyeler sunan Mehmed Çelebi Cevherî’nin şiirleri tezkirelerde ve mecmualarda dağınık ve diğer Cevherî mahlaslı şairlerle karışmış haldedir. Câmi‘ü’n-Nezâ’ir’de Cevherî mahlaslı bir şairin Memi Çelebi redifli bir gazeli vardır. Eğirdirli Hacı Kemâl Câmi‘ü’n-Nezâ’ir’i 918/1512’de yazdığı için bu şiir Mehmed Çelebi Cevherî’ye ait olabilir.37 Bir mecmuada38 ise Cevherî Efendi’ye ait otuz beş beyitli bir kaside ile mahlassız üç uzun kıta vardır. Hangi padişaha sunulduğu belirtilmediği için bu kasidenin hangi Cevherî’ye ait olduğu belli değildir. Sadeddin Nuzhet Ergun bu kasidenin Karaferyeli Cevherî’ye ait olduğunu belirtmiştir.39 Ancak bu kasidedeki Cemşīd’le Cem devri añulmaz unuduldı / Devr ideli bezmüñde bugün cām-ı ḥabā’ib şeklindeki yirminci beyit, Cem Sultan’la çatışması olan Sultan II. Bayezid’i anımsattığı için belki de kasideyi Mehmed Çelebi Cevherî yazmıştır.

3. Cevherî’nin Sultan II. Bayezid Methiyeleri

Osmanlı Arşivi’nde Cevherî mahlasıyla Sultan II. Bayezid için yazılmış bir kaside40 ile bir tercî-i bend41 bulunmaktadır. Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi’ne girdiğine göre muhtemelen, Cevherî bu şiirleri sarayda kendini göstermek veya nezaketini sunmak için irticalen kendi hattıyla yazıp Sultan II. Bayezid’e sunmuştur. Celî tâlik ile yazılan bu iki methiyede bazı kelimelerin hatalı yazılması bunu desteklemektedir. Osmanlı Arşivi’ndeki bu iki methiyenin padişaha ne zaman sunulduğu bilgisi yoktur. Ancak Sultan II. Bayezid devrine ait atiyyeleri gösteren İn‘âmât Defteri’nde, 910 ve 911’de Cevherî’nin padişaha sunduğu iki methiye sebebiyle cömertçe ödüllendirildiğini belirtmiştik. Bu ödüller şaire incelediğimiz iki methiye için verilmiş olabilir; olmasa bile bu kayıtlardan Cevherî’nin Sultan II. Bayezid devrinde yaşadığı, padişahın yakınında bir şair olduğu ve birçok defa padişaha methiyeler sunduğu düşünülebilir. Nitekim İn‘âmât Defteri’nden Mehmed Çelebi Cevherî’nin Haremeyn vakıfları gelirlerini yerine teslim eden bir memur olduğu tespit edilmiştir. 

3.1. Şekil ve Üslup Özellikleriyle Methiyelerin Edebî Değeri 

Osmanlı Arşivi’nden çıkan Cevherî’nin ilk şiiri, on dokuz beyitten ibaret küçük bir kasidedir. (bk. Şekil 1). Teşbîb sayabileceğimiz ilk beyitten sonra doğrudan Sultan II. Bayezid methiyesiyle başlayan kasidede tegazzül, şairin kendi sanatını övdüğü fahriye bölümleri yoktur. Padişaha dua bölümüyle sona eren kasidede Cevherî, herhangi bir maddi talepte veya şikâyette bulunmamıştır. Remel bahrinde fâ’ilâtün-fâ’ilâtün-fâ’ilâtün-fâ’ilün vezniyle yazılan kasidenin vezin kusurları azdır. Açık, anlaşılır üslupla yazılan kasidede âfitâb /âb/müstecâb örneklerinde görüldüğü gibi mürdef kafiye kullanılmıştır. Kasidede sık sık güneş, ay, yıldızlar, yıldırım, ağaçlar, çiçekler gibi tabiat unsurları teşbih, kapalı istiare ve mübalağa sanatlarıyla padişahın hizmetkârı olarak kişileştirilmiştir. Güneş ve ay her gün devrederken padişahın devletinin devrinin uzun sürmesi için dua ederler. Güneşe parlaklık veren padişahın kılıcının yıldırım yalımıdır. Ay ışığı padişahın atının nalındaki parlaklık sayesinde parlar. Burçlar feleğindeki yıldızlar padişahın askeri olarak ordusuna kayıtlıdır. Yeryüzündeki genç, yaşlı ins ü cin ve bütün canlılar Sultan II. Bayezid’in bezm meclisinde ikram sofrasından beslenirler. Padişahın rezm meclisindeki ziyafet sofralarında ise kâfirlerin kanı şarap, eti de kebap olarak ikram edilir. Cevherî her iki methiyede de benzer tasvirlerle, zıllullâh olan Sultan II. Bayezid’in saltanatının eşyanın tabiatına uygun ve âdil şekilde sürdüğünü vurgulamak istemiştir. Osmanlı Arşivi’nden çıkan Cevherî’nin ikinci şiiri tercî-i bend nazım şekliyle yazılmıştır. (bk. Şekil 2). Muzârî bahrinde mef‘ûlü-fâ‘ilâtü-mefâ‘îlü-fâ‘ilün vezni kullanılmıştır. Her biri beş beyitten oluşan yedi bendli bu tercî-i bendin kafiye örgüsü ise mesnevi gibi aa-aa-aa-aa/yy; bb-bb-bb-bb/yy şeklindedir. Tercî-i bendin her beyitinde cihān/būstān/sāyebān/mekān örneklerindeki gibi yine mürdef kafiye kullanılması şiiri âhenk-i selâsetini artırmıştır. Her bendin sonundaki Ḳılsa ʻaceb mi ʻāleme ger ḥükmini revān / Ḫünkār-ı kām-kār cihān-dār-ı kāmrān beyiti mükerrerdir. Şiirde fesahat açısından kelimeler yerli yerindedir, ciddi bir kusura rastlanmaz. Akıcı, selîs bir dille yazılan bu tercî-i bend içinde, belâgatin bedî‘ ilmine dahil olan hüsn-i ta‘lîl, telmih, mübalağa, tevriye, tenasüp gibi sanatlar başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Şiirde Firdevsî’nin Şehnâme’sindeki Kahraman, Hüsrev gibi karakterlere telmihler yapılırken Sâdî-i Şirazî’nin Gülistân adlı eseri tevriyeli olarak kullanılmıştır. Bu methiyede Cevherî, bahar-hazan arasında güzel bir bahçe metaforu içinde güle benzettiği Sultan II. Bayezid’in övgüsünü yapmıştır. Bahçenin bahar tasviri içinde güzellikleriyle övülmesi, padişahın saltanatının getirdiği güzellikleri ve refahı sembolize eder. Şiirde ülkeyi refah, barış ve adalete kavuşturan gülün temsil ettiği Sultan II. Bayezid’e sık sık saltanatının bekası için dua içeren beyitler vardır. Şiirde sonbahara yapılan göndermeler ise dünya saltanatının faniliğinin sembolüdür. Bu şiirde de teşbih ve kapalı istiarelerle yapılan kişileştirmelerde bahçedeki bütün çiçekler, ağaçlar hizmetkârıdır. Sûsen çiçeği elinde kılıcıyla kahraman bir askerdir. Gül sûsenin savaştaki şiddetli hâllerini görünce korkudan benzi sararan zağferan çiçeğini elma ve narla tedavi eden saray hekimidir. Şimşek elindeki kargısıyla gösteriler yaparken padişahın pehlivanı olmayı diler. Bülbül ise bir şehnâme-gû olarak padişahın zaferlerini, halka sağladığı bereketi güzel sesiyle destan gibi anlatır. Felek padişahın sarayını süsleyen döner merdivendir. Güneş padişahın sarayına altın eşik olmuş, gümüş yayıyla padişaha sevgisi uğruna Ay’ı eşiğinde kurban etmiştir. Felek ise padişahın donanmasında bir köle olmayı diler. Cevherî tercî-i bendini Sultan II. Bayezid’in uzun ömürlü ve devletinin pâyidâr olması dua ile bitirmiştir. Sade bir dille yazılan methiyelerde Türkçe, Farsça ve Arapça tamlamaların üçüne de rastlanır, yani şair vezin icabı gerekeni tercih etmiştir. Mesela aynı mısrada ceyşüñ defteri gibi Türkçe belirtili ad tamlaması ile aḫter-i eflāk (b.10); Meclis-i meydān-ı rezmüñde żiyāfet tīġüñe (b.13) gibi Farsça izafeti yan yana kullanmıştır. Şiirlerde müstensih/müelliften kaynaklanan bazı yazım hataları vardır. Mesela vezin icabı Şāhunuñ olması gereken yerde Şehünüñ yazılması (b.2); ḫūn-ı (kanı) yazılması gereken yerde ḫ˅ân-ı (sofrası) yazılması (b.13); fetḥ-i bāb tamlamasını sehven fetḥ ü bāb şeklinde yazılması bunun örnekleridir. Methiyelerde Türkçe kal- ve kılfiillerinin aynı imla ile yazılması ve tamlamalarda izafetin iyelik eki gibi belirtilmesi de verilebilecek dil ve üslup örneklerindendir. Ayrıca fesâhat kurallarına riayet edilerek yazılan her iki methiyede, aliterasyonlar ve asonanslar ile benzer seslerin tekrar edilmesi sayesinde beyitlere selâset hâkim olmuştur. Son olarak methiyelere şekil, üslup ve muhteva olarak baktığımızda Cevherî’nin yetkin bir şair olduğu söylenebilir.

Sonuç

Padişahlara kaside sunma geleneğinin sadece şairlerin makam ve maddi çıkar kazanmasıyla ilgisi yoktur, bu geleneğin sağlam dinî temelleri vardır. Türk-İslam siyaset geleneğinde padişahlar Allah’ın yeryüzündeki halifesi olarak benimsenmiştir. Tasavvuf düşüncesiyle mayalanmış hilafet modelini temsil eden Osmanlı padişahları adaletiyle nizâm-ı âlemin son hâmisidir. Bu sebeple halkın nazarında velî mertebesinde görülerek manevî değer atfedilen padişahlara hürmet edilmiştir. Kasideler, mesneviler gibi edebî ve tarihî, dinî-tasavvufî eserlerde bunun birçok örneği vardır. Sultan II. Bayezid Amasya’daki şehzadeliğinde ve otuz bir yıllık saltanatında (salt. 886-918/1481-1512) ilim ve sanatı cömertçe himaye eden önemli sanatkâr bir padişahtır. Halk arasında Velî olarak meşhur olan Sultan II. Bayezid hakkında menkıbeler söylenmiş, kasideler yazılmıştır. Sultan II. Bayezid devrine ait bir İn‘âmât Defteri’nde, mahlasları ve meslekleriyle kaydedilen şairlere verilen hediyeler padişahın şairlere verdiği önemin göstergesidir. Bu defterde meçhul birçok şair vardır. İn‘âmât Defteri’nde bahsedilen meçhul şairlerden biri de Mehmed Çelebi Cevherî’dir. Bu devrin tezkirelerinde yaptığımız araştırma sonucu diğer Cevherî mahlaslı şairlerin her biri, tarih verilerine göre incelenmiş ve İn‘âmât Defteri’nde bahsedilen Cevherî’nin bunlarla alakası olmadığı anlaşılmıştır. Zira İn‘âmât Defteri’ne göre, Sultan II. Bayezid’e methiyeler sunan Mehmed Çelebi Cevherî Haremeyn vakıfları gelirlerini yerine teslim eden bir memurdur. Bu şairin Bağdatlı Ahdî’nin Gülşen-i Şu‘arâ’da bahsettiği genç yaşta ölen Bağdatlı Cevherî olup olmadığı bilinmemektedir. Öte yandan Osmanlı Arşivi’nde bulduğumuz Sultan II. Bayezid’e sunulan bir kaside ve bir tercî-i bendin sahibi Cevherî mahlaslı şairin İn‘âmât Defteri’ndekiyle aynı şair olduğu tespit edilmiştir. Sultan II. Bayezid devri şairi Mehmed Çelebi Cevherî’nin dîvânı olmadığı için edebî şahsiyeti hakkında da kesin hüküm vermek mümkün değildir. Zira mecmualarda Cevherî mahlaslı birçok şair olduğundan Cevherî Mehmed Çelebi’nin şiirlerini tespit etmek çok zordur. Ancak -meçhul diye tanıtılan- Cevherî mahlaslı bir şairin yazıp Sultan II. Bayezid’e sunduğu Mevlûd-ı Sultânü’lEnbiyâ adlı eser, kanaatimizce -aksi ispat edilmedikçe- Cevherî Mehmed Çelebi’nin eseridir. Bu eserde şairin şiirlerini yaktığından bahsetmesi, neden dîvânı olmadığını açıklar görünmektedir. Osmanlı Arşivi’ndeki Sultan II. Bayezid’e sunulan bir kaside ve bir tercî-i bendi gerek Cevherî’nin hayatına katkısı gerekse edebî değeri bakımından önemli bir yere sahiptir. Fasîh ve belîğ bir üslupla yazılan bu iki methiyede Cevherî, benzer tasvirlerle zıllullâh olan Sultan II. Bayezid’in saltanatını eşyanın tabiatına uygun ve âdil şekilde sürdürdüğünü edebî tasvirlerle anlatmıştır. Her iki şiirin edebî değeri ile vezin, kafiye gibi âhenk unsurları bakımından kusuru pek az olduğu için bu şiirlere bakarak Cevherî’nin başarılı bir şair olduğu söylenebilir.

Anahtar Kelimeler :

Paylaş


Yorum Sayısı : 0